Burkay : Din-Siyaset ilişkileri - 3
Osmanlı’nın son döneminde çare olarak öne sürülen tezlerden biri de “Türk milliyetçiliği” idi. Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”inde sözünü ettiklerinden biri de buydu. Ne var ki Türk milliyetçiliği, birleştirmekten çok dağıtırdı. Nitekim, bu düşle ve Turan hayalleriyle Orta Asya seferine çıkan ittihatçılar, az daha evdeki bulgurdan, yani Anadolu’dan da oluyorlardı. Neyse ki bir yandan Rusya’da Ekim Devrimi, yani komünistler, diğer yandan Kürtler imdada yetiştiler... Lenin liderliğindeki komünist yönetim, Erzincan’a ve Van’a kadar bölgeyi ele geçirmiş Rus ordusunu geri çekti. Bununla da yetinmeyip savaşı finanse edebilmesi için Ankara hükümetine bol miktarda altın verdi.
İttihatçıların saflarından gelen ve Birinci Büyük Savaş’ın sonunda işgale karşı Anadolu’daki direnişi örgütleyen Mustafa Kemal daha gerçekçi, oldukça pragmatikti. Osmanlının külleri üstünde yeni bir devlet yaratırken, nesnel koşulları, güçler dengesini çok iyi hesapladı. Bir yandan Mustafa Suphi ve arkadaşlarını, yani Türk komünistlerinin liderlerini Trabzon açıklarında boğdurup denize attırırken, diğer yandan Moskova’daki Komünist yönetimle sıcak işbirliği kurup altın ve silah almaktan geri durmadı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçerken de, daha sonra “hain” olarak suçlayacağı Sultan Vahdettin’in onayını almış, daha doğrusu onun tarafından görevlendirilmeyi başarmıştı. Samsun’a çıkar çıkmaz dört bir yana, özellikle de Kürt şeyh, ağa ve reislerine gönderdiği telgraf ve mesajlarda, “Halife ve Sultan itilaf güçlerinin elinde esirdir. Sultanı ve Halifeyi ve kutsal İslam dinini kurtarmak ve bir Rumluk ve Ermeniliğin kuruluşunu önlemek için el ele vermek gerekir,” dedi. Kurtarılacak toprakları “Türklerin ve Kürtlerin çoğunluğunu oluşturdukları topraklar” olarak gösterdi ve “Misak-ı Milli” diye niteledi.
Bu sözler bizim Kürt ağa ve şeyhlerimizin çok hoşuna gitti. Onlar da, özellikle Van’da, Muş’ta, Bitlis’te, Erzurum’da bir “Ermenistan” istemezlerdi... Bir bölümü Ermenilerin kovulmasına ve kıyımına katılmış, en azından topraklarına el koymuşlardı; elbet onların geriye dönmesinden endişe ederlerdi...
Bu nedenle Mustafa Kemal’in ardına takıldılar. İlk “Müdafai Hukuk” cemiyetleri Kürdistan’da oluştu. Yabancı işgaline karşı ilk direnişler de, Süleymaniye’den Urfa’ya, Antep’e, Maraş’a kadar bu bölgede başladı. Erzurum ve Sivas Kongreleri bu bölgede ve Kürt reislerin büyük desteği sayesinde toplanabildi.. Bu kongreler gibi Ankara’daki Millet Meclisi de hocalarla birlikte açıldı. Mustafa Kemal onlarla birlikte ellerini havaya kaldırıp dualar okudu ve sakallı Kürt şeyh ve pirlerinin yanı sıra, hoca efendilere de büyük iltifatlar yaptı...
O günlerde Türk milliyetçiliğinin esamesi okunmuyordu. Mustafa Kemal, daha önceki Amasya Tamimi’nde Kürtler için özerklikten söz ederken, Meclisteki bir nutkunda da, “Meclis-i aliniz yalnız Türk değildir, yalnız Kürt, yalnız Çerkez, yalnız Laz değildir; ama hepsinden mürekkep anasar-ı İslamiyedir” diyordu.
Kısacası, “İstiklal savaşı” denen şey, Türk milliyetçiliği motifiyle değil, asıl olarak İslam birliği üzerinden mobilize idildi. Böylece, köprüyü geçinceye kadar, kitlelerin dini duyguları yoğun biçimde kullanıldı; diğer bir deyişle din siyasetin emrine koşuldu...
Eğer Sovyetlerin, yani Rusya’da yeni oluşan komünist rejimin ve Kürtlerin katkı ve desteği olmasaydı sonuç herhalde cok farklı olacaktı. Bir TC ortaya çıksa bile, bu herhalde Ankara ve yakın çevresiyle sınırlı, Karadeniz’den başka deniz görmeyen küçük bir ülke olacaktı. Sevr’in başarısız kılınıp Lozan’a ulaşılması ve bugünkü sınırlarıyla TC’nin kuruluşu böyle mümkün oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları bir yandan Sovyet desteğiyle, diğer yandan dini kullanıp Kürtlerin desteğini sağlayarak dar köprüden geçtiler...
Köprü geçildikten sonra ise malum, Sultan’ın da Halifenin de “papucu dama” atılmayıp eline verildi... Onlarla birlikte Kürt ağa ve şeyhleri de bir yana itildi. Elbet, bu ağa ve şeyhlerin bir bölümü, sisteme uyum sağladıkları ölçüde korundular, TBMM’nin müdavimleri oldular. Ama kurulan devlet tam da İttihatçıların istediği türden oldu, tek etnik gruba “Türk” e dayandı. Tek ulus, tek dil, tek bayrak ve bunu güvenceye alan bir kapitalist (yani tek sınıfa dayanan) bir devlet. Hatta denetime alınmış Sünni-Hanefilik biçiminde “tek din ve tek mezhep...”
O günden beri de Türkiye’yi yöneten ve adına “Kemalizm” denen bu anlayış, tek renkli bir toplum inşa etmek için, yasaklayarak, döverek, söverek, sürerek, öldürerek tüm farklı renkleri silmeye çalışmakta.
Bu, “Cumhuriyet” filan değil, 85 yıldır süregelen, Abdülhamit devrini bile aratan, dünyada eşi az görülür bir ırkçı-faşist diktatörlüktür.
Kemalist batıcılar, sözde laiklik ve batılılaşma ve çağdaşlaşma adına, halkın yaşam tarzına, giyimine kuşamına bile kabaca müdahale ettiler.
Aslında dini siyasetin emrine sokmayı, yani dini sömürüyü terk etmediler; yalnızca tekellerine aldılar. Nitekim gerek duydukça okullara, tek dini ve tek mezhebi öğretmeye yönelik zorunlu din derslerini onlar soktu. “Komünizm” tehlikesi”ne karşı (siz emekçi halkın sömürüye, baskıya karşı mücadelesi anlayın) dini bir panzehir olarak düşündüler ve ABD’nin bu amaçla dünyayı yeşil kuşakla örmesi gibi, onlar da Türkiye’yi, bazen öğretmen okullarını bile kapatıp, imamhatip okulları, ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitüleriyle, “İlim Yayma Cemiyetleri” ile donattılar. Sola ve demokratlara karşı Cuma namazı sonrası kanlı pogrom saldırıları devlet eliyle düzenlendi. Maraş, Malatya, Çorum, Gazi ve Sivas katliamları vb. nice dini renkli saldırı ve kıyım hep bu Kemalist devletin denetimi, gözetimi altında yapıldı.
Din Kürt direnişine karşı da “etkili bir silah” olarak hep kullanıldı. Bir yandan Kürdistan’da helikopterlerle Kürtleri devlete itaat etmeye çağıran dini bildiriler atılırken, bölgeyi dolaşan cunta liderleri ayet ve hadisler okudular...
Elbet bu iş yalnız süngüyle olmuyor. Siyaset de yardımcı olmalı, din de... Siyaset salt kuru bir vatan-millet edebiyatıyla, Mustafa Kemal heykelleri ve 10. Yıl Marşlarıyla olmuyor; o zaman Tanrıyı da yardıma çağırmak gerek...
AKP ve İslam kardeşliği masalları
Sorunları çözmesini bilmeyenler, başlarına yeni sorunlar sararlar. Çözüm için yanlış yöntemlere başvuranlar, yanlış araçlara el atanlar, bir süre sonra bu yanlış yöntem ve araçların çok daha ağır bedelleriyle karşılaşırlar. Dini siyasetin emrine koşmak da böylesine yanlış bir yöntemdir işte. En azından çağımızda.
Bir önceki yazımda da değinmiştim. Geçmişte hem tek tek ülkeler, hem de dünyanın en güçlüsü ABD, şu veya bu türden rakipleriyle, sistem karşıtlarıyla mücadele için dini bir araç olarak kullandılar. Sosyalizme karşı Atlantik’ten Hindistan’a kadar Müslüman ülkelerde oluşturulmak istenen “Yeşil Kuşak” böylesi bir politikanın ürünüydü. Sonuç ne oldu? Belki Sovyetler’in ve öteki sosyalist rejimlerin çökmesinde bunun da payı oldu; ama bu, dünyamıza ve bu yönteme başvuran ülkelere umulanı getirdi mi?
Kanımca dünyamız şimdi Sovyet sisteminin çökmesi nedeniyle daha iyi bir yerde değil. Eğer barış içinde bir arada yaşama politikası izlense, silahlanma yarışı ve yıkıcı soğuk savaş sürdürülmese büyük ihtimalle sosyalist sistem ekonomik ve sosyal olarak daha da gelişmiş, demokratikleşmiş ve yaşıyor olacaktı. Bu ise dünya için bir kayıp olmazdı. Ama şimdi, radikal İslamı besleyip kışkırtmanın sonucu olarak ABD ve yandaşlarının karşısına Taliban ve İran rejimi, El kaide, Hizbullah, Hamas gibi güçler çıktı; Suudi Arabistan ve benzerleri varlıklarını sürdürmekteler. Bu radikal İslamcı kesimlerden kaynaklanan terör hem dünyayı tehdit etmekte, hem de bizzat bu Müslüman ülkeleri yaşanmaz hale getirmekte. Dünyamız 20-30 yıl önce böylesi bir bela ile yüz yüze değildi.
Bu, din konusunda uluslararası ölçekte izlenen yanlış politikanın ürünüdür. Tek tek ülkelere gelirsek durum farklı değil.
Örneğin İran’da Şahlık rejimi, solu ve tüm demokrasi güçlerini ezerek, tüm muhalefet kanallarını tıkayarak bir tek camiye yolu açık bıraktı. İnsanlar varsın dine sığınsınlar, dinle oyalansınlar, oradan zarar gelmez diye düşündü. Ne var ki sisteme karşı muhalefet tam da burada kendisine kanal buldu ve din adamlarının öncülüğünde oradan patlak verdi, Şahı ve rejimini silip süpürdü.
Ama bununla İran’a daha iyi bir sistem geldi mi? Gelmedi elbet. Gelen gideni zamanla aratır oldu. Aynen Talibanların, ve El Kaide’nin Afganistan’da, krallık dönemi dahil, daha önceki herkesi aratması gibi. Hamas’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın El Fetih’i aratması gibi...
Türkiye’de de hem sağ partiler hem askeri cuntalar solla, demokratik güçlerle ve Kürt ulusal hareketiyle başa çıkmak için hep dinden, İslami hareketten yararlanmaya çalıştılar ve bir yandan ırkçılığı, diğer yandan dinci hareketi kendi elleriyle örgütleyip, besleyip kışkırttılar. Ama ırkçılığın bu ülkede yol açtığı tahribat bir yana, radikal İslamcı hareketlerin etkileri de ortada. Günü gelince “İrtica en büyük tehlike!” diyenler yine, islamcı akımı kullanmış, kışkırtmış olan bu çevrelerin kendileri oldu.
Hem ülkenin emekçilerine, aydınlara, hem Kürt halkına, Alevilere, azınlıklara hak ve özgürlük tanımaya bir türlü yanaşmayan, böylece çağdaş, AB standartlarında demokratik bir toplumun oluşmasını engelleyen rejim, sonunda vara vara önce bir RP sonra da AKP iktidarına vardı.
Rejim şimdi de Kürt sorununun çözümünde yine eski beylik, yani yanlış yöntemleri deniyor. Bir yandan top ve tüfek, diğer yandan zorla asimilasyon... Ve yine bir geçer akçe sanılan din...
Böyle düşünenler arasında bizzat AKP’nin kendisi ve yandaşları var. Son dönemde İslami medyada Kürtlere yönelik “din kardeşliği” vaazları oldukça yaygın. Kürtlere biraz daha yumuşak yanaşıyor görünen AKP sözcüleri, ülkenin birliği, milletin beraberliği için din sakızının çok daha etkili olduğunu dile getiriyorlar. İslami dünya görüşü ve iane politikasıyla AKP’nin buna en uygun örgüt olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle AKP Kürtlerin de partisi oluyormuş... İslam kardeşliği masalı Kemalizm ajitasyonundan daha etkiliymiş... Kürt milliyetçiliğinin hakkından bu gelirmiş... Zaten Kürtler fazla şey istememektelermiş; ne ayrı devlet, ne federasyon, ne otonomi... Birazcık kültürel haklar verilirse, isimleri ve türküleri serbest bırakılırsa, çok çok Kürtçe bir seçmeli ders olur, bir TV kanalı Kürtçe yayın yapar, bir Kürt enstitüsü açılırsa sorun bitermiş!..
Bu kişiler Kürtleri herhalde ya mendiline üç-beş kuruş atılınca “Allah razı olsun!” diye kendilerine dua edecek cami kapısındaki dilenci, ya da düpedüz aptal ve onursuz sanıyorlar.
Ne var ki tam tersine, Kürt sorununu bu biçimde çözebileceklerini sananların kendileri, eğer hinoğluhin değillerse düpedüz aptallar.
Kürt ulusal mücadelesine karşı dini bir araç olarak kullanmak isteyenler yalnızca bu tatlı dilli İslamcılar değil elbette. Yıllardır bir yandan şu kirli savaşı yürüten, bir yandan da “irtica ile savaş” edebiyatı yapan laiklik şampiyonu generaller de, bu işe kafa yoruyorlar. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un son dönemde medyaya yansıyan kimi sözleri bu bakımdan pek ilginçti. Başbuğ, terörle mücadelede imamların büyük katkısı olabileceğini söylemişti.
Bu tür imamlardan beklenen elbet, Kürtlerin bu devlete itaati, baş eğmesi yönündeki vaazları bir Müslümanlık sosuna batırarak sunmak... Türkiye’yi yönetenlerin askeri-siviliyle çözümden anladığı bu: Ya Kürtleri top tüfekle sindirmek, ya hile ve oyunla aldatmak; olmadı, din afyonuyla uyuşturmak...
Kürtler “İslam kardeşliği” masallarının ne denli boş ve işe yaramaz olduğunu yaşadıkları bunca deneyimle çok iyi biliyorlar. Kürtler kendilerine bütün bu ayrımcılığı, zulmü reva görenlerin Merih’ten veya Okyanus’un öte yakasından gelmediğini, bizzat kendi “müslüman komşuları” olduğunu biliyorlar. Kürtler, bu tür kardeşlik masallarının köprüyü geçinceye kadar anlatıldığının, daha sonra ise bu vaazları verenlerin başlarına bomba yağdırdığının da farkındalar. Humeyni de aynen böyle yapmıştı. Önce “Müslüman kardeş” Kürtlere hak ve özgürlük vaat etmiş, Şah’ın yerine geçtikten sonra ise İran’ın askeri birliklerini onların üzerine sürmekte en ufak tereddüt göstermemişti.
Ya şu anda Irak’ta, daha yerlerini sağlamlaştırmadan, Yeni Irak anayasasını bile bir yana atıp Saddam Hüseyin’in politikalarına dönmeye heveslenen dinciler, Maliki ve benzerleri?..
Bu örnekler de gösteriyor ki ülkemizi aralarında bölüşenler Kemalisti, Baasçısı, Şahçısı ve İslamcısıyla, Kürt sorununda aynı yolun yolcuları, aralarında bir fark yok. Bize kırk katırla kırk satırdan birini tercih etmeyi bırakıyorlar.
Bilinçli, aklı başında her Kürdün, solcu, liberal ya da dindar olsun, bu tür vaazlara karnı toktur. Bize İslami veya başka tür bir kardeşlikten söz edenler, bunu bıraksınlar da haklarımızı teslim etsinler.
Biz de her halk gibi. kendi ülkemizde özgür yaşamak istiyoruz. Zulüm görmeden, horlanmadan, ikinci sınıf vatandaş ya da dilenci muamelesine uğramadan...
Biz de her halk gibi, ülkemizin kaynaklarının ülkemizin ekonomik ve sosyal gelişmesi için kullanılmasını istiyoruz.
Biz de her halk gibi kendi dilimizi, kültürümüzü sınırsız, engelsiz yaşamak, geliştirmek istiyoruz.
Biz de her halk gibi kendi ülkemizi kendi elimizle yönetmek istiyoruz.
Kısacası çağdaş, özgür, demokratik bir yaşam istiyoruz.
Bunun Müslüman olup olmamakla bir ilgisi yoktur. Biz insanız, bir halkız ve her insan ve her halk gibi bu haklar hakkımızdır.
Komşularımız, ister Müslüman olsunlar ister olmasınlar, ister Türk, Arap, Fars olsunlar ister olmasınlar, onlarla eşitlik temelinde, yan yana, barış içinde, iyi komşular olarak yaşamak isteriz.
Onları seveceksek ancak böylece severiz.
Sonuç olarak diyeceğim şu ki, din Kürt sorununun çözümünde bir geçer akçe değil. Geçer akçe olan hukuktur, eşitliktir.
NOT : Kürt siyasetçisi, yazar, şair ve araştırmacı Sayın Kemal Burkay’ın Din ve Siyaset üzerine adlı makaleleri daha önceleri http://www.kurdistan.nu ’da yayınlanmıştır.